
Gölge gibi çökmüştü hayatının üzerine. Kapkara bulutlar gibi. Ancak kapkara bulutlar güneşi olan gökyüzlerinde dağılır giderlerdi veya o gökyüzünün sahibi, güneşinin çıkıp geleceğini bilirdi. Onun ise ne rengini tarif edebileceği bulutları ne de aydınlatacak güneşi vardı. Zifiri karanlıktı gökyüzü, farklı olan tek renk belli belirsiz yerlerde beliren daha koyu karanlıklarıydı, asla silinmeyecek lekeleriydi.
İstemezdi o da böyle olmasını ama elinde değildi. Hiçbir şey elinde değildi. Üzülüyordu fakat ne yapsa da ne etse de katlanmalıydı. Çünkü o buydu. Bir kendini içine alamadığı göğsünü her şeye gererdi. Başka türlüsü değildi, kabul edilemezdi. Uzaklardaydı; kendinden epey uzaktaydı. Haberi yoktu kendinden; nasılmış, nerelerdeymiş? Hiç bilmezdi. Onun da suçu değil ki zaten. Uzun süre önce bırakıp gitmişti kendini, en uzaklara… Onunla kalmaya, beraber yaşamaya devam etseydi işte tam da bunu kaldıramazdı. Her şeyi geren göğsü bir kendini kabul edemezdi.
Her baktığında kendine; o masum, birçok şeylerden bihaber, aciz, yapayalnız kendine, içi yanar; tutuşurdu. Savrulurdu acıdan bir o yana bir bu yana, yıkılırdı, mahvolurdu. Ne kadar ızdırap varsa artık, çekerdi hepsini.
Peki, şu an öyle kendinden en ırak yerlere sığınmışken hiç mi çekmiyor o ızdırabı? Hiç mi yaşamıyor o acıyı? Hissetmiyor mu içindeki ha küllendi ha küllenecek yangını? Hepsi kendine, asıl kendinden uzaktaki kendine, sallayıp durduğu yalanlarmış meğer. Gölge de kendiymiş, hayatının üzerine çökmüş bir güzel. Bırakmış asıl kendini de ücra köşelerin birine. Kendine dair her şeyi dolandırmış ama kötü üç kağıtçıymış.
| Karanlık Gökyüzü, Merve Nur